Etiketler

27 Nisan 2016 Çarşamba

[Ç]evrimiçi

(Onto Dergisi 7. sayısında çıkan yazı: ontodergisi.com)

Doğanın tali olduğu varsayımı, kısa bir süre sonra tüm yeryüzünü yaşanamaz hâle getirecek olan 
kültürel sistemlerin tahakkümünü mümkün kılmaktadır.*


Modern insanın tabiatla, yani aslında üzerinde yaşadığı gezegenle, yani aslında bu gezegenin de tasavvur edilemeyecek ölçüde ufak bir parçası olduğu kainatla ilişkisi, geçmişte hiç olmadığı kadar fırtınalı bir vaziyet sergilemekte. Belki de bugün tabiata hiç olmadığı kadar hoyrat, hiç olmadığı kadar şüpheci ve kaygılı gözlerle bakıyoruz. Onu, gündelik hayat pratiklerimize yabancı kıldığımız ölçüde, kaygımız da artıyor, ihtimali giderek uzaklaşan asude ve huzurlu birlikteliğimize duyduğumuz özlem de. Belki kendimize itiraf edemiyoruz ama, tabiatla samimiyetimizi arttırmak için giriştiğimiz çabalar da beyhude ve aslında samimiyetsiz. Kente yakın köylerden satın aldığımız evlerin bahçesindeki tek bir ağaçla, tek bir çiçekle, tek bir böcekle sahici bir yakınlık, kökteşlik, akrabalık, yoldaşlık ve en önemlisi eşitlik hissedemiyoruz. Hepsi de «çevrimiçi benlik» sunumlarımızın, paylaşım fetişimizi tatmin yollarımızın ve sözde tabiat sevgimizi görünür kılmanın birer malzemesi yalnızca. Değil mi ki kardan, yağmurdan, fırtınadan, soğuktan ve sıcaktan bahsederken «felaket», «esaret», «çile», «mücadele» gibi kelimeler kullanır olduk; değil mi ki tabiatla bütünleşmek için koştuğumuz köy evlerimize giden yolların otomobillerimizi fazla yıpratmayacak düzgünlükte olmasını talep ettik ve değil mi ki tabiatı da çevrimiçi anlamlar dünyasına sokuverdik? Son tahlilde, gezegenimizde kendimize inşa ettiğimiz hayat, o gezegene hiç olmadığı kadar yabancı bir karakterde varoluşumuza anlam katmaya çalışıyor.

İnsan hayatının gezegene ve kâinata yabancılığı elbette yeni değil. Belki de bu, öteden beri insan doğasının bir parçası olageldi. Evrimsel bir zaman ölçeğiyle değerlendirdiğimizde, bir gezegende var olduğumuzu bile daha dün fark ettik diyebiliriz. Yine de geceyi ve gündüzü, Güneşi ve Ayı, toprağı ve havayı, doğumu ve ölümü–yani etrafımızda olan biten her şeyi– tanıdık kılma çabamız, bir sopanın ucuna keskin bir taşı bağlamayı henüz akıl etmemişken de vardı büyük bir olasılıkla. Bu ilk felsefi çabanın bizi alıp getirdiği yer, bugünden baktığımızda hiçbirimizi şaşırtmıyor. Kendisi ve kendi varoluşunun anlamı üzerine düşünen hangi canlı türü metafizik âlemde biricik, eşsiz, özel ve seçilmiş bir konumu kapıp oraya yerleşmez? İnsanın tanrıları elbette insana benzeyecekti; diğer taraftan Xenophanes’in yazdığı gibi, «öküzler, atlar ve aslanların elleri olsaydı ve bunlarla resimler yapabilselerdi, hiç kuşkusuz kendi tanrılarına öküz, at, aslan biçimi atfederlerdi.»[1] Bununla birlikte insan türü, kendini eşref-i mahlûkat kılan aklı sayesinde, sonraları bilim diye anacağımız bir şey de yaratarak iç rahatlığıyla kabul edilmesi zor olan hakikatlerin kapısını araladı. Önce gezegenimizin her şeyin merkezinde olmadığını, sayısız gökcismi arasında herhangi bir gezegen olduğunu öğrendik ve bunu içimize sindirmemiz bir hayli vaktimizi aldı. Öyle ki, şu an bize alabildiğine basit bir bilgi olarak görünen bu gerçeği dillendirmekte ısrarcı olan bazılarımızı yok etmekte hiç tereddüt göstermedik. Bundan bir müddet sonraysa gezegenimizdeki özel konumumuzu daha da güçlü bir darbeyle sarsmaya talip bir iddiayla karşılaştık ve canlılık denilen şeyin birtakım tesadüflerle ortaya çıktığını, yine birtakım tesadüflerle dallanıp budaklandığını, bu dallardan şanslı sayılabilecek bir tanesinin birkaç milyon yılda olgunlaştırdığı meyvesi sayesinde bu satırları yazıp okuyabildiğimizi öğrendik. Bok böceğiyle aynı soydan geldiğimizi, diğer bir ifadeyle bok böceğinin uzaktan kuzenimiz olduğunu kabullenmek pek çoğumuz için hâlâ epey zor. Neyse ki şempanzeyle akrabalığımızı mantıklı bulmak konusunda bir nebze daha az zorlanıyoruz. Kim bilir, belki de gelecek yüzyılda bok böceğiyle kuzenliğimiz, dünyanın yuvarlak olduğu bilgisi kadar basit ve alışıldık bir bilgi olarak görünecek gözümüze. Bu yazı, bunu temenni etmenin ifadesi olacak biraz da.

Varlığı evrim fikriyle idrak ve muhakeme etmenin zihinlerimiz ve hayatlarımız üzerinde sandığımızdan çok daha derin ve olumlu etkiler yaratacağına olan inancım giderek artıyor. Evrim hiçbir zaman sadece biyolojinin, genetiğin, antropolojinin ya da psikolojinin umursadığı bir konu olmadı; evrim başından beri politik ve bir ayağı laboratuarın dışında olan bir mesele hâlinde tanıttı kendini. Tam da bu yüzden, yani teorik ayrıntıları ve mekanizmaları bilmeksizin, bilimsel makalelerden hiç haberdar olmaksızın tabiata, gezegenimize ve kâinata karşı yeni bir konum edinmenin rehberliğini üstlenme karizmasına ve belagatine sahip. Sonda söylemeyi planladığım şeyi belki de bu noktada söylemeliyim. Bu yazı vesilesiyle sözcüklere dökülen fikirler, kendim ve insanlar için öneride bulunduğum yeni bir ideolojiyi temsil ediyor değil; amacım ne herhangi bir ideolojik sisteme alternatif sunmak, ne de dinlerin yerine geçmesini umduğum bir düstura ilham vermek. Domates yemek için tohumları baharda ekmek gerektiği bilgisi ne kadar ideolojikse, evrim fikrinin bizzat kendisi ve bu fikirle yaşamak da o kadar ideolojik benim açımdan. Evrimin herhangi bir nüvesinden ideoloji devşirme derdinde olanların zihinleri ise, domatesin kızıllığında da ideoloji bulmaya mütemayil zihinlerdir bana kalırsa. Tabiatın bizi daha az mazur gördüğü nispette, bizim onu tabii görmemiz mecburi.

***

Her geçen gün çevrecilerin sesini daha sık duyuyoruz. Ormanları, nehirleri, nesli tükenme tehdidi altında olan türleri ve ekosistemi korumak amacıyla köylüleri örgütlemekten, büyük kent meydanlarında protestolar düzenlemeye kadar pek çok yolla mücadele ediyor ve görünen o ki güçlerini arttırıyorlar. Avrupa’nın bazı ülkelerinde siyasi parti çatısı altında toplanarak halktan kayda değer oranda destek buluyorlar. Nihai hedefleri ve elde ettikleri somut kazanımlar bakımından ortaya çıkabilecek herhangi bir itiraz ya da eleştirinin sağduyumuzu ikna etmesi oldukça zor; kutup ayılarının sonsuza kadar yok olup gitmesini kim diler?

Bununla birlikte çevreciliğin, 21. yüzyıla has sosyal kimlikler arasında yerini aldığını varsaydığımızda, bu kimliğin inşasında nelerin rol aldığı hakkında bazı tespitlerde bulunmak dikkatimizi konunun pek de düşünmediğimiz bir yönüne çekebilir. Çevrecilik, tabiatla insanlığın arasındaki barışı tesis etmenin yahut tabiatın feryadını muktedirlere duyurmanın bir yolu mudur? Çevrecilik bir müzakere masası mıdır, bir muhalefet aracı mıdır, yoksa bir çeşit muhafazakârlık mıdır? Hangi cevaba yakın olursak olalım, şunu biliyoruz ki; çevrecilik modern–eğitimli–seküler–kentli aklın bir ürünüdür ve birileri tarafından götürülmedikçe köylere uğramaz. Köylülerin ağaç katliamlarına kendi başlarına ses çıkartamayacaklarını kastettiğim sanılmasın; burada vurgulamak istediğim, tabiatla içeriden ve dışarıdan kurulan ilişkinin farklılığı. Bunu anlatmanın bir yolu da ölümle kurduğumuz ilişkiden geçiyor aslında. Demek istediğim, tabiatla ilişkimiz ölümle ilişkimizden bağımsız bir seyir izlemiyor, biri gündüzle diğeri geceyle ilişkimiz gibi, ikisi de birbirine içkin. Bunun bilinciyle yaşadığımızda, yani tabiatı varoluş kadar yokoluş olarak da gördüğümüzde, bakışlarımız baharın taze ve rengârenk çiçeklerinden bir an ayrılıp bir leşten artakalan soluk kemikleri de fark ettiğinde ve bu canımızı sıkmadığında, bilakis hepsinde asude bir ahengi duyumsadığımızda, nihayet kendi mevcudiyetimizi de bu ahengin bir parçası olarak kavrayıp insanlığı böyle anlamlandırdığımızda, tabiatla içeriden ilişki kurmamız mümkün oluyor. Köylünün ölümle kadim ve huzurlu birlikteliği, modern kentlinin ve beraberinde çevrecininse nevrotikleşen ölümlülüğü tabiatla içeriden ve dışarıdan kurulan ilişkinin ayrımında ele alınması gereken bir nokta. Hiç kuşku yok ki köylüye fanilikte huzur hissettiren şey onun inancı ve çekinmeden diyebilirim ki, ne mutlu ona! Öte yandan modern kentliler, Bertrand Russell’dan [2] mülhem bir ifadeyle, tabiat aşığı olarak hayal kırıklığına uğrayıp ona hükmetmeye kalkışan bizler, inancın yerine bilimi oturtarak makamını günden güne sağlamlaştırıyoruz. Dindarlığımızın zayıfladığını ima ettiğim zannedilmesin, lakin dindarın hayatı kentle bütünleştikçe ritüelleri de tabiata yabancılaşıyor, teknoloji vazgeçilmezi oluyor. Onun tabiat karşısında bulunduğu yer seküler kentlinin bulunduğu yerden çok da uzak değil bu bakımdan.

Başlarda söylediğim gibi, tabiatın tüm bileşenleriyle aramızda eksik olan şey; yoldaşlık, kökteşlik ve eşitlik algısı. Emily Dickinson [3] benim yukarıda yapmaya çalıştığım gibi ölümlü eşitliğini hatırlatıyor şu mısralarında:


Ölüm ortak hakkıdır ayrıcalığıdır
Karakurbağalarının, insanların
Kontun, sineğin
Niye öyleyse şişinmek
Bir tatarcık da senin kadar üstün


Kendimizi nasıl görmeyi yeğliyoruz; varoluşun bir parçası olarak mı, yokoluşun bir parçası olarak mı? İkisinin aynı şey olduğunu depresyona girmeden özümsemeyi başarabilecek miyiz? Modern kentliye, biz irili ufaklı hükümdarlara, korumacı cinsiyetçiliğe benzettiğim çevreciliğe, pazar kahvaltılarında kırlara giden ve bol bol selfie çeken ailelere tabiatla sahici bir yakınlık kurmanın en gerçekçi ve çağdaş yolu olarak evrime içkinlik hissini güneşin verdiği ısı kadar canlı yaşamayı ve buna alışmayı öneriyorum. Kâinattaki yerimizi bilmek ona dilekler göndermenin saçmalığını, gezegenimizdeki canlılar arasındaki yerimizi bilmek insanda özel bir şeyler bulmanın kibrini apaçık gözlerimizin önüne serecek. Ben, türümün yarattığı bir dil ve üstün teknoloji sayesinde düşüncelerimi size aktarabiliyorum, bununla birlikte biliyorum ki tam şu an binlerce, milyonlarca ışık yılı ötede enerjisi tükenen yıldızlar süpernova patlamasıyla dünya gibi yeni gezegenlerin oluşmasının önünü açıyor, aynı anda bir sinekkuşu saniyede seksen kez kanat çırpıyor, aynı anda bağırsaklarınızdaki milyonlarca bakteri sayısız yeni nesil üretiyor ve ben o an tüm bunların içinde olduğumu, beni özel yapan hiçbir şeyin olmadığını sükûnetle biliyorum. Böylesi bir benlik kavramını «evrimiçi benlik» olarak adlandırarak yazımı bir gülümsemeyle bitirmek istiyorum.



*John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, Çev. Cemal Atila, 5. Baskı, 2013.

[1] Veysel Atayman, Devlet’e Giriş: Thales’ten Platon’a Yunan Felsefesi, Don Kişot Yayınları, 2005.

[2] BertrandRussell, Bilimden Beklediğimiz, Varlık Yayınları, 1962.

[3] EmilyDickinson, Seçme Şiirler, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2006.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder