Etiketler

27 Nisan 2016 Çarşamba

Cinsiyet İçi Rekabet

Cinsiyet içi rekabet kavramı, kaybedenin üzgün, yaralı ve eli boş kaldığı, kazananınsa muzafferane şekilde eşi kazandığı yüz yüze bir dövüşün resmini çağrıştırmaktadır. Zarar verici etkileşimleri de içeren erkekler arası doğrudan dövüş, Darwin’in cinsel seçilimin bir bileşeni olarak cinsiyet içi rekabet kavramıyla kastettiği şeyin aslında bir parçasıydı; fakat cinsiyet içi rekabetin birçok formu bu dramatik başa baş etkileşimi kapsamamaktadır. Rekabetin özünde doğrudan yüzleşme yoktur; bunun yerine rekabet, diğerlerinin de sahip olmaya çalıştığı sınırlı ya da daha iyi kaynakları elde etmek için evrilmiş davranışlardan meydana gelmektedir (Buss, 1988).


Erkek cinsiyet içi rekabetinin mantığı, hiç şüphesiz fiziksel çatışmaların ötesindedir. Statü hiyerarşisindeki pozisyon eğer bir eşi kazanmayı etkiliyorsa, bu durumda erkekler fiziksel çatışmaya girmeksizin statü ve rütbe için mücadele edeceklerdir (Buss, 2009). Kısıtlı sayıdaki kadını kendi eşleri yapmak için birbirleriyle yarışan erkekler, bu amaçla rakibi aşağılama (derogation of competitors) stratejileri izlemektedirler. Bu taktikler rakibin ekonomik kaynaklarını kötüleme, fiziksel gücünü küçümseme, başarılarıyla alay etme, sömürücü ve cimri olduğunu ve kadınları kullanmaktan hoşlandığını söyleme gibi davranışlardan oluşmaktadır. Ayrıca bazı erkekler, cezbetmek istedikleri kadının gözleri önünde rakibe karşı fiziksel üstünlük sergileyerek, onun sosyal statüsünü toplum nazarında küçük düşürmektedirler (Buss ve Dedden, 1990).


Kadınlarsa bilinen tüm kültürlerde fiziksel güzelliklerini arttırmak için birbirleriyle yarışmaktadırlar. Bunu bir eş çekme taktiği olarak kullanmanın yanı sıra (Buss, 1988), eşi elde tutma stratejisi olarak da kullanmaktadırlar (Buss ve Shackelford, 1997). Kadınlar rakiplerinin dış görünüşlerini erkeklerden daha fazla kötülemektedirler. Dedikoduyu kullanarak, hedef erkekler arasında rakip kadınların şişman, çirkin ve kırışıklara sahip olduğu iddialarını yaymaktadırlar. Erkekler babalık güvencesinin bir işareti olarak cinsel sadakate değer verdiklerinden, kadınların kötüleme taktikleri rakiplerinin cinsel davranışları üzerinde şüphe yaratmaya odaklanmaktadır. Bunlar rakibin önüne gelenle yattığını, ahlaksız olduğunu, cinsel ilişki için kolay ikna edildiğini ve kötü niyetli olduğunu söylemek gibi davranışlardır (Buss ve Dedden, 1990). Ancak bu taktikler erkeklerin kısa süreli ilişki peşinde olmaları halinde istenen sonucu vermemektedir. Bu yüzden kadınlar hangi stratejiyi izleyeceklerini eşleşme bağlamına göre ayarlamaktadırlar (Schmitt ve Buss, 1996). Anahtar nokta şudur ki, arzulanan erkekleri elde etmek adına kadınlar arasında yaşanan rekabet, erkeklerde olduğu kadar şiddetli ve acımasız olabilmektedir (Buss, 2009).


Kaynaklar

Buss, D. M. (1998). Sexual strategies theory: Historical origins and current status. The Journal of Sex Research, 35 (1), 19-31.

Buss, D. M. (2009). The great struggles of life: Darwin and the emergence of evolutionary psychology. American Psychologist, 64 (2), 140-148.

Buss, D. M. & Dedden, L. A. (1990). Derogation of competitors. Journal of Social and Personal Relationships, 7, 395-422.

Buss, D. M. & Shackelford, T. K. (1997). From vigilance to violence: Mate retention tactics in married couples. Journal of Personality and Social Psychology, 72, 346-361.

Schmitt, D. P. & Buss, D. M. (1996). Strategic self-promotion and competitor derogation: Sex and context effects on the perceived effectiveness of mate attraction tactics. Journal of Personality and Social Psychology, 70 (6), 1185-1204.
Error Management Theory / Hata Yönetimi Teorisi


İnsanın olağanüstü çevresel çeşitliliğe sahip bir ortamda yaşamasına ve bu ortamdan yararlanmasına olanak sağlayan karmaşık ve gelişmiş bir makinedir zihin. İnsanlar; geniş çaplı işbirliği, sosyal takas, doğal ortamı düzenleme, tarım ve birikimli kültür gibi meseleleri de kapsayan değişik sosyo-ekolojik sorunların etkili bir şekilde üstesinden gelmişlerdir. Bizler besbelli ki, karmaşık ve sürekli değişen bir dünyada hayatta kalma ve üreme becerisine sahip zeki bir türüz. Burada konumuz kapsamında sorulması gereken soru şudur: Bütün bu becerilerine rağmen insan zihni kusurlu olabilir mi?

Beynin birincil işlevinin, doğru inançlar ve geçerli yorumlar üretmek olduğu fikri elbette ki tamamıyla yanlış değildir. Her zaman yararsız yargılara varan ve yanlış yorumlar yapan bir organizma pek de başarılı olamaz. Lakin bu görüş, beynin özü itibarıyla gerçeğe ulaşmak için uğraştığı iddiasından bütünüyle farklıdır. Evrimsel bakış açısına göre hakikat, ancak üreme ve hayatta kalma başarısına katkısı oranında önemlidir (Haselton ve ark., 2009).

İnsanlar belirsiz bir sosyal dünyada yaşamaktadırlar. Bizler, diğerlerinin niyetleri ve duygu durumları hakkında sürekli tahminlerde bulunmak zorundayızdır. Bir kız için nasıl bir erkek çekicidir? Onu bir erkeğe aşık eden şey nedir? Koridorda karşılaştığımız birinin bize çarpması bir kaza mıdır, yoksa düşmanca hisleri mi yansıtmaktadır? Cinsel sadakatsizlik ve cinayet gibi eylem niyetleri gizlidir ve bunlar hakkındaki yorumlar kesinlik taşımaz. Niyetler ve gizlenmiş fiiller konusunda, yalnızca ihtimallere ilişkin bir yığın ipucuna dayanarak tahminlerde bulunmak zorundayız. Sözgelimi, birinin romantik partneri üzerindeki yabancı bir koku, aldatılma işareti de olabilir, sıradan bir görüşmeden kaynaklanan zararsız bir koku transferi de (Buss, 2001). Hata Yönetimi Teorisi [HYT] (Error Management Theory; Haselton ve Buss, 2000) işte bu gibi belirsizlik durumlarında karar verici bilişsel aygıtın nasıl işlediğini açıklayan bir teoridir. Evrimsel psikolojik bir çerçeveye sahip ve bilim dünyasında yeni sayılabilecek bu teorinin temel savı, “bilişsel hataların, geçmişte insanların hayatta kalma ve üreme başarısına sağladıkları faydalar dolayısıyla günümüzde hala var olan adaptif eğilimlerden kaynaklandığı”dır (Haselton ve Buss, 2000).


Bir hüküm ya da kararın ardından ortaya çıkabilecek hatalı sonuçlar genel olarak iki tanedir: Söz konusu durumun, gerçekte doğru olmadığı halde doğruymuş gibi kabul edilmesi (pozitif hata [false positive]) veya gerçekte doğru olduğu halde yanlışmış gibi kabul edilmesi (negatif hata [false negative]). Pozitif hatalar aynı zamanda I. Tip (Type I) hata, negatif hatalarsa II. Tip (Type II) hata olarak ifade edilmektedir. Bu iki tip hatanın gerçekleşmesi neticesinde meydana çıkabilecek bedeller nadiren özdeş olmaktadır (Haselton ve Nettle, 2006). Örneğin duman alarmları 1. Tip hatalar yapmaya yatkındır; çünkü gerçek bir yangını fark edememenin bedelleri, yanlış alarmdan doğacak bedellerden çok daha şiddetli olacaktır. Bilimsel istatistik analizlerindeyse tam tersi geçerlidir, birçok bilim adamı I. Tip hataları, II. Tip hatalardan daha zarar verici olarak değerlendirmektedir (Haselton ve Buss, 2003).

HYT’ye göre, sosyal yaşamla ilgili öngörülerin sonuçlarındaki yarar-zarar asimetrisi –eğer evrimsel süreç boyunca yinelenirse– tahmine dayalı bilişsel eğilimler üreten seçilim baskıları yaratır. Tıpkı duman alarmlarının negatif hatalardan ziyade pozitif hatalar yapmaya daha meyilli olması gibi, evrilmiş bilgi işleme mekanizmaları da hata tiplerinden birini diğerinden daha çok yapmaya yatkındır (Buss, 2001). Getirileri bakımından hangi tip hata daha yararlı ve düşük bedelliyse insan zihni o tip hataya daha çok yönelmektedir. Hatta bazı hallerde nesnel gerçekliği bilmek hatalı bilgiden daha yüksek bedelli olabildiği için, hatalı yorum yapma eğilimi ağır basmaktadır. Bu eğilimin yönü ve ölçüsü, kuşkusuz büyük oranda bağlam ve cinsiyet gibi faktörlere bağlıdır. Örneğin potansiyel bir romantik partnerin cinsel niyetlerini yorumlamanın bedel-yarar hesabı, var olan romantik partnerin bağlanma düzeyini yorumlamanın hesabından farklıdır. Diğer taraftan, belli tip hataların bedel-yarar getirileri kadınlar ve erkekler için farklılaşmaktadır. Bunun neticesi olarak da kadınlarda ve erkeklerde değişik yorumlama eğilimleri ortaya çıkmıştır. Daha önceki psikolojik teoriler, bilişsel eğilimlerdeki bu cinsiyet farklılıklarını öngörememiştir (Buss, 2001).

Bu noktada, bazı durumlar üzerinde durup insan zihninin bunlarla karşılaştığında ne gibi değerlendirmeler yaptığını biraz yakından incelemek HYT’nin mantığını daha net anlamamıza yardımcı olacaktır.

Bu durumlardan biri, yılan ve örümcek gibi tehlikeli hayvanlarla karşı karşıya gelinmesidir. Bilindiği gibi yılanların ve örümceklerin bazı türleri zehirliyken bazıları değildir, dolayısıyla ısırmaları halinde organizmaya hayati bir zarar vermez. Ne var ki, bir insanın hangi yılanın veya örümceğin zehirli olduğunu, hangisinin olmadığını bilmesine çoğu zaman imkan yoktur. Bir yılanla veya örümcekle karşılaşması durumunda insanın içine düşebileceği pozitif hata, zehirli olmadığı halde ondan korkmasıdır. Bu hatanın bedeli o kadar da yüksek değildir; ancak negatif hatanın, yani zehirli bir yılanla veya örümcekle karşılaştığında ondan korkmamasının bedelini canıyla ödeyebilir. Bu nedenle insanlar bugünün modern yaşam ortamında dahi, yılanlar ve örümceklere karşı kolayca ve çabucak korku tepkisi göstermektedirler. Aynı örüntü yiyecekler için de geçerlidir. Zararsız bir besini zararlı olarak görüp yemekten kaçınmak, zararlı bir besini zararsız olarak görüp yemekten çok daha küçük bedellere sebep olur. İkinci durumdaki hatalı yorumun telafisi bazen mümkün olmayabilir.

Benzer bir durum insan ilişkilerinde göze çarpmaktadır. İnsanlara karşı çoğunlukla temkinli yaklaşmak, belki zararsız ve tehlikesiz kişilerden de ürkmeye yol açacaktır; fakat bu tip bir hatanın doğuracağı sonuçlar hayati değildir, belki insanlara daha az güvenmeye yol açacaktır. Öte yandan, gerçekten düşmanca niyetleri olan insanlara karşı ihtiyatsız ve yakın davranmak ciddi tehlikelere davetiye çıkartacaktır. Bu yüzden bireyler, sosyal hayatta karşılaştıkları yabancılara yönelik korku duygularını ve tehlike algılarını kolayca devreye sokmaktadırlar (Haselton ve Nettle, 2006).

Bu tip örnekleri çoğaltmak elbette mümkündür; ancak sadece yukarıda aktarılan durumları değerlendirdiğimizde, atalarımızın yirmi dört saatini geçirdiği doğal çevreye dair hatalı algılara sahip olmasının, mutlak doğru algılara sahip olmasından daha adaptif olduğunu söylemek zor değildir. Bu tespiti yaptıktan sonra bilimsel merakımızı kadın-erkek ilişkilerine çevirmekte yarar vardır. Acaba kadınlar ve erkekler birbirlerine dair değerlendirmelerinde de hatalı yorumlar mı yapmaktadırlar?

HYT’ye göre insan zihni, karşı cins üyelerinin aklından geçenleri okuma sürecinde birtakım yanlış yorumlar yapmaktadır. Bu hatalı yorumlardan biri, erkeklerin kadınların cinsel niyetlerine dair algılarıyla ilgilidir. Haselton ve Buss’a (2000) göre erkeklerin sahip olduğu bilişsel adaptasyonlar, cinsel ilişkiye girme fırsatlarından azami ölçüde istifade etmeye yönelik evrilmiştir. Bu tip fırsatları kaçırma riskini olabildiğince azaltabilmek adına erkekler, kadınların cinsel birlikteliğe yanaşma niyetlerini olduğundan daha fazla algılamaktadırlar. Bilindiği gibi erkeklerin üreme başarısı cinsel ilişkiye girdiği kadınların sayısına bağlı olarak artmaktadır; hal böyleyken bir erkeğin bir kadının cinsel niyetini olumlu olduğu halde olumsuz algılaması ve ilişkiden kaçınması üreme başarısına ciddi zararlar verebilir. Bunun tersi durumda ise, yani erkeğin kadının cinsel niyetini gerçekte olumsuz olduğu halde olumlu algılaması, yalnızca boşuna kur yapmaktan kaynaklanan zaman ve enerji kaybından başka bir bedel yaratmayacaktır. Haselton ve Buss’ın (2000) çalışmaları göstermiştir ki, erkeklerin karşı cinse ilişkin cinsel niyet algıları, hem kadınların diğer kadınlara dair algılarından, hem de kadınların kendilerine dair algılarından daha abartılıdır. Bununla birlikte aynı abartılı algı, erkeklerin kız kardeşleriyle ilgili değerlendirmelerinde geçerliliğini yitirmektedir. Erkekler kız kardeşlerinin cinsel niyetlerini diğer kadınlarda olduğu gibi yanlış tahmin etmemektedirler. Bu bulgu şaşırtıcı değildir, zira normal şartlarda hiçbir erkek kız kardeşiyle üreme maksadı gütmez, bunun hiçbir adaptif tarafı yoktur.

Kadınların ise erkeklerin cinsel niyetiyle ilgili algılarında abartı eğilimi ortaya çıkmamıştır; bunun yerine erkeklerin bağlanma niyetleriyle ilgili şüpheci değerlendirmeler yaptıkları görülmüştür. Kadınların algısal mekanizmaları, erkeklerin uzun süreli ilişkiye girme niyetlerini gerçekte olduğundan daha düşük algılamaya eğilimlidir. Böylece kadınlar, cinsel birlikteliğe razı oldukları erkeklerin, amaçlarına ulaştıktan sonra sürpriz şekilde kendilerini terk etme olasılığını en aza indirgemektedirler. Hakikaten bağlanmaya niyetlendiği halde bir erkeğin aksi yönde değerlendirilmesi ve reddedilmesi ise, kadınların üreme başarısı için çok büyük tehdit unsuru taşımaz; çünkü kadınlar eş bulma hususunda fazla sıkıntı çekmemektedirler. Bu bilgiye ek olarak Haselton ve Buss (2000), erkeklerin kadınların bağlanma niyetleriyle ilgili algılarında ise herhangi bir hata yapma eğilimine rastlamadıklarını belirtmektedirler.

Kadınların ve erkeklerin birbirlerine yönelik yukarıda aktarılan biçimdeki hatalı algılara sahip olduğu fikrini destekleyen çalışmaların (örn., Haselton, 2003; Koenig, Kirkpatrick ve Ketelaar, 2007) yanı sıra, bu fikrin yanlışlığına dair veriler sunan ve HYT’ye eleştirel bir gözle bakan çalışmalar da mevcuttur. Örneğin Geher (2009), Haselton ve Buss’ın (2000) bulgularının doğruluğunu test etmek amacıyla yaptığı çalışmasında, HYT’nin savunduğu bazı noktaları eleştirmiştir. Onun çalışmasının sonuçları, erkeklerin kadınlara dair abartılı cinsel niyet algılarının olmadığını, aksine kadınların erkeklerin cinsel arzularını çok güçlü şekilde abarttıklarını ortaya koymuştur. Buna göre kadınlar, karşı cinse ilişkin değerlendirmelerinde “erkekler her zaman aç gözlüdür” önyargısından hareket etmekte ve gerek uzun süreli, gerekse kısa süreli ilişkilerde erkeklerin yalnızca seksi umursadığını düşünmektedirler. Kadınların bu düşünce biçimi aslında, erkeklerin bağlanma niyetlerine yönelik şüpheleriyle örtüşmektedir.

Haselton ve Buss’ın (2000) bulguları, Quadros-Wander ve Stokes’un (2007) duygu durumundaki farklılaşmaları da değişken olarak hesaba kattıkları araştırmalarında da tekrarlanmamıştır. Ne erkekler karşı cinsin cinsel niyetlerini abartmaktadırlar, ne de kadınlar karşı cinsin bağlanma niyetlerini azımsamaktadırlar. Yazarlar bu neticeyi, insanların potansiyel eşlerdeki cinsel niyet ve bağlanma niyetiyle ilgili algılarının sabit olmadığı ve duygu durumlarındaki değişimlerden etkilendiği şeklinde yorumlamışlardır. Dahası, söz konusu niyetlerin doğru algılanması, algının hedefi olan kişinin duygu durumuna da bağlıdır.

Özetlemek gerekirse, HYT’nin temel görüşü birçok muhakeme mekanizmasının en doğruya ulaşmak için şekillenmediğidir. Bu kavrama biçimi, bilinen bilişsel hatalarla alakalı açıklamaları değiştirebilir ve yeni bilişsel hataların keşfedilmesine öncülük edebilir (Haselton ve Buss, 2000).

Kaynaklar

- Haselton, M. G., Bryant, G. A., Wilke, A., Frederick, D. A., Galperin, A., Frankenhuis, W. E., et al. (2009). Adaptive rationality: An evolutionary perspective on cognitive bias. Social Cognition, 27 (5), 733-763.

- Buss, D. M. (2001). Cognitive biases and emotional wisdom in the evolution of conflict between the sexes. Current Directions in Psychological Science, 10 (6), 219-223.

- Haselton, M. G. & Buss, D. M. (2000). Error management theory: A new perspective on biases in cross-sex mind reading. Journal of Personality and Social Psychology, 78 (1), 81-91.

- Haselton, M. G. & Nettle, D. (2006). The paranoid optimist: An integrative evolutionary model of cognitive biases. Personality and Social Psychology Review, 10 (1), 47-66.

- Haselton, M. G. & Buss, D. M. (2003). Biases in social judgment: Design flaws or design features? In J. Forgas, K. Williams, & B. von Hippel (Eds.) Responding to the Social World: Implicit and Explicit Processes in Social Judgments and Decisions (23-43). Cambridge: Cambridge University Press.

- Koenig, B. L., Kirkpatrick, L. A., & Ketelaar, T. (2007). Misperception of sexual and romantic interests in opposite-sex friendships: Four hypotheses. Personal Relationships, 14, 411-429.

- Geher, G. (2009). Accuracy and oversexualization in cross-sex mind-reading: An adaptationist approach. Evolutionary Psychology, 7 (2), 331-347.

- Quadros-Wander, S. & Stokes, M. (2007). The effect of mood on opposite-sex judgments of males’ commitment and females’ sexual intent. Evolutionary Psychology, 5 (3), 453-475.

[Ç]evrimiçi

(Onto Dergisi 7. sayısında çıkan yazı: ontodergisi.com)

Doğanın tali olduğu varsayımı, kısa bir süre sonra tüm yeryüzünü yaşanamaz hâle getirecek olan 
kültürel sistemlerin tahakkümünü mümkün kılmaktadır.*


Modern insanın tabiatla, yani aslında üzerinde yaşadığı gezegenle, yani aslında bu gezegenin de tasavvur edilemeyecek ölçüde ufak bir parçası olduğu kainatla ilişkisi, geçmişte hiç olmadığı kadar fırtınalı bir vaziyet sergilemekte. Belki de bugün tabiata hiç olmadığı kadar hoyrat, hiç olmadığı kadar şüpheci ve kaygılı gözlerle bakıyoruz. Onu, gündelik hayat pratiklerimize yabancı kıldığımız ölçüde, kaygımız da artıyor, ihtimali giderek uzaklaşan asude ve huzurlu birlikteliğimize duyduğumuz özlem de. Belki kendimize itiraf edemiyoruz ama, tabiatla samimiyetimizi arttırmak için giriştiğimiz çabalar da beyhude ve aslında samimiyetsiz. Kente yakın köylerden satın aldığımız evlerin bahçesindeki tek bir ağaçla, tek bir çiçekle, tek bir böcekle sahici bir yakınlık, kökteşlik, akrabalık, yoldaşlık ve en önemlisi eşitlik hissedemiyoruz. Hepsi de «çevrimiçi benlik» sunumlarımızın, paylaşım fetişimizi tatmin yollarımızın ve sözde tabiat sevgimizi görünür kılmanın birer malzemesi yalnızca. Değil mi ki kardan, yağmurdan, fırtınadan, soğuktan ve sıcaktan bahsederken «felaket», «esaret», «çile», «mücadele» gibi kelimeler kullanır olduk; değil mi ki tabiatla bütünleşmek için koştuğumuz köy evlerimize giden yolların otomobillerimizi fazla yıpratmayacak düzgünlükte olmasını talep ettik ve değil mi ki tabiatı da çevrimiçi anlamlar dünyasına sokuverdik? Son tahlilde, gezegenimizde kendimize inşa ettiğimiz hayat, o gezegene hiç olmadığı kadar yabancı bir karakterde varoluşumuza anlam katmaya çalışıyor.

İnsan hayatının gezegene ve kâinata yabancılığı elbette yeni değil. Belki de bu, öteden beri insan doğasının bir parçası olageldi. Evrimsel bir zaman ölçeğiyle değerlendirdiğimizde, bir gezegende var olduğumuzu bile daha dün fark ettik diyebiliriz. Yine de geceyi ve gündüzü, Güneşi ve Ayı, toprağı ve havayı, doğumu ve ölümü–yani etrafımızda olan biten her şeyi– tanıdık kılma çabamız, bir sopanın ucuna keskin bir taşı bağlamayı henüz akıl etmemişken de vardı büyük bir olasılıkla. Bu ilk felsefi çabanın bizi alıp getirdiği yer, bugünden baktığımızda hiçbirimizi şaşırtmıyor. Kendisi ve kendi varoluşunun anlamı üzerine düşünen hangi canlı türü metafizik âlemde biricik, eşsiz, özel ve seçilmiş bir konumu kapıp oraya yerleşmez? İnsanın tanrıları elbette insana benzeyecekti; diğer taraftan Xenophanes’in yazdığı gibi, «öküzler, atlar ve aslanların elleri olsaydı ve bunlarla resimler yapabilselerdi, hiç kuşkusuz kendi tanrılarına öküz, at, aslan biçimi atfederlerdi.»[1] Bununla birlikte insan türü, kendini eşref-i mahlûkat kılan aklı sayesinde, sonraları bilim diye anacağımız bir şey de yaratarak iç rahatlığıyla kabul edilmesi zor olan hakikatlerin kapısını araladı. Önce gezegenimizin her şeyin merkezinde olmadığını, sayısız gökcismi arasında herhangi bir gezegen olduğunu öğrendik ve bunu içimize sindirmemiz bir hayli vaktimizi aldı. Öyle ki, şu an bize alabildiğine basit bir bilgi olarak görünen bu gerçeği dillendirmekte ısrarcı olan bazılarımızı yok etmekte hiç tereddüt göstermedik. Bundan bir müddet sonraysa gezegenimizdeki özel konumumuzu daha da güçlü bir darbeyle sarsmaya talip bir iddiayla karşılaştık ve canlılık denilen şeyin birtakım tesadüflerle ortaya çıktığını, yine birtakım tesadüflerle dallanıp budaklandığını, bu dallardan şanslı sayılabilecek bir tanesinin birkaç milyon yılda olgunlaştırdığı meyvesi sayesinde bu satırları yazıp okuyabildiğimizi öğrendik. Bok böceğiyle aynı soydan geldiğimizi, diğer bir ifadeyle bok böceğinin uzaktan kuzenimiz olduğunu kabullenmek pek çoğumuz için hâlâ epey zor. Neyse ki şempanzeyle akrabalığımızı mantıklı bulmak konusunda bir nebze daha az zorlanıyoruz. Kim bilir, belki de gelecek yüzyılda bok böceğiyle kuzenliğimiz, dünyanın yuvarlak olduğu bilgisi kadar basit ve alışıldık bir bilgi olarak görünecek gözümüze. Bu yazı, bunu temenni etmenin ifadesi olacak biraz da.

Varlığı evrim fikriyle idrak ve muhakeme etmenin zihinlerimiz ve hayatlarımız üzerinde sandığımızdan çok daha derin ve olumlu etkiler yaratacağına olan inancım giderek artıyor. Evrim hiçbir zaman sadece biyolojinin, genetiğin, antropolojinin ya da psikolojinin umursadığı bir konu olmadı; evrim başından beri politik ve bir ayağı laboratuarın dışında olan bir mesele hâlinde tanıttı kendini. Tam da bu yüzden, yani teorik ayrıntıları ve mekanizmaları bilmeksizin, bilimsel makalelerden hiç haberdar olmaksızın tabiata, gezegenimize ve kâinata karşı yeni bir konum edinmenin rehberliğini üstlenme karizmasına ve belagatine sahip. Sonda söylemeyi planladığım şeyi belki de bu noktada söylemeliyim. Bu yazı vesilesiyle sözcüklere dökülen fikirler, kendim ve insanlar için öneride bulunduğum yeni bir ideolojiyi temsil ediyor değil; amacım ne herhangi bir ideolojik sisteme alternatif sunmak, ne de dinlerin yerine geçmesini umduğum bir düstura ilham vermek. Domates yemek için tohumları baharda ekmek gerektiği bilgisi ne kadar ideolojikse, evrim fikrinin bizzat kendisi ve bu fikirle yaşamak da o kadar ideolojik benim açımdan. Evrimin herhangi bir nüvesinden ideoloji devşirme derdinde olanların zihinleri ise, domatesin kızıllığında da ideoloji bulmaya mütemayil zihinlerdir bana kalırsa. Tabiatın bizi daha az mazur gördüğü nispette, bizim onu tabii görmemiz mecburi.

***

Her geçen gün çevrecilerin sesini daha sık duyuyoruz. Ormanları, nehirleri, nesli tükenme tehdidi altında olan türleri ve ekosistemi korumak amacıyla köylüleri örgütlemekten, büyük kent meydanlarında protestolar düzenlemeye kadar pek çok yolla mücadele ediyor ve görünen o ki güçlerini arttırıyorlar. Avrupa’nın bazı ülkelerinde siyasi parti çatısı altında toplanarak halktan kayda değer oranda destek buluyorlar. Nihai hedefleri ve elde ettikleri somut kazanımlar bakımından ortaya çıkabilecek herhangi bir itiraz ya da eleştirinin sağduyumuzu ikna etmesi oldukça zor; kutup ayılarının sonsuza kadar yok olup gitmesini kim diler?

Bununla birlikte çevreciliğin, 21. yüzyıla has sosyal kimlikler arasında yerini aldığını varsaydığımızda, bu kimliğin inşasında nelerin rol aldığı hakkında bazı tespitlerde bulunmak dikkatimizi konunun pek de düşünmediğimiz bir yönüne çekebilir. Çevrecilik, tabiatla insanlığın arasındaki barışı tesis etmenin yahut tabiatın feryadını muktedirlere duyurmanın bir yolu mudur? Çevrecilik bir müzakere masası mıdır, bir muhalefet aracı mıdır, yoksa bir çeşit muhafazakârlık mıdır? Hangi cevaba yakın olursak olalım, şunu biliyoruz ki; çevrecilik modern–eğitimli–seküler–kentli aklın bir ürünüdür ve birileri tarafından götürülmedikçe köylere uğramaz. Köylülerin ağaç katliamlarına kendi başlarına ses çıkartamayacaklarını kastettiğim sanılmasın; burada vurgulamak istediğim, tabiatla içeriden ve dışarıdan kurulan ilişkinin farklılığı. Bunu anlatmanın bir yolu da ölümle kurduğumuz ilişkiden geçiyor aslında. Demek istediğim, tabiatla ilişkimiz ölümle ilişkimizden bağımsız bir seyir izlemiyor, biri gündüzle diğeri geceyle ilişkimiz gibi, ikisi de birbirine içkin. Bunun bilinciyle yaşadığımızda, yani tabiatı varoluş kadar yokoluş olarak da gördüğümüzde, bakışlarımız baharın taze ve rengârenk çiçeklerinden bir an ayrılıp bir leşten artakalan soluk kemikleri de fark ettiğinde ve bu canımızı sıkmadığında, bilakis hepsinde asude bir ahengi duyumsadığımızda, nihayet kendi mevcudiyetimizi de bu ahengin bir parçası olarak kavrayıp insanlığı böyle anlamlandırdığımızda, tabiatla içeriden ilişki kurmamız mümkün oluyor. Köylünün ölümle kadim ve huzurlu birlikteliği, modern kentlinin ve beraberinde çevrecininse nevrotikleşen ölümlülüğü tabiatla içeriden ve dışarıdan kurulan ilişkinin ayrımında ele alınması gereken bir nokta. Hiç kuşku yok ki köylüye fanilikte huzur hissettiren şey onun inancı ve çekinmeden diyebilirim ki, ne mutlu ona! Öte yandan modern kentliler, Bertrand Russell’dan [2] mülhem bir ifadeyle, tabiat aşığı olarak hayal kırıklığına uğrayıp ona hükmetmeye kalkışan bizler, inancın yerine bilimi oturtarak makamını günden güne sağlamlaştırıyoruz. Dindarlığımızın zayıfladığını ima ettiğim zannedilmesin, lakin dindarın hayatı kentle bütünleştikçe ritüelleri de tabiata yabancılaşıyor, teknoloji vazgeçilmezi oluyor. Onun tabiat karşısında bulunduğu yer seküler kentlinin bulunduğu yerden çok da uzak değil bu bakımdan.

Başlarda söylediğim gibi, tabiatın tüm bileşenleriyle aramızda eksik olan şey; yoldaşlık, kökteşlik ve eşitlik algısı. Emily Dickinson [3] benim yukarıda yapmaya çalıştığım gibi ölümlü eşitliğini hatırlatıyor şu mısralarında:


Ölüm ortak hakkıdır ayrıcalığıdır
Karakurbağalarının, insanların
Kontun, sineğin
Niye öyleyse şişinmek
Bir tatarcık da senin kadar üstün


Kendimizi nasıl görmeyi yeğliyoruz; varoluşun bir parçası olarak mı, yokoluşun bir parçası olarak mı? İkisinin aynı şey olduğunu depresyona girmeden özümsemeyi başarabilecek miyiz? Modern kentliye, biz irili ufaklı hükümdarlara, korumacı cinsiyetçiliğe benzettiğim çevreciliğe, pazar kahvaltılarında kırlara giden ve bol bol selfie çeken ailelere tabiatla sahici bir yakınlık kurmanın en gerçekçi ve çağdaş yolu olarak evrime içkinlik hissini güneşin verdiği ısı kadar canlı yaşamayı ve buna alışmayı öneriyorum. Kâinattaki yerimizi bilmek ona dilekler göndermenin saçmalığını, gezegenimizdeki canlılar arasındaki yerimizi bilmek insanda özel bir şeyler bulmanın kibrini apaçık gözlerimizin önüne serecek. Ben, türümün yarattığı bir dil ve üstün teknoloji sayesinde düşüncelerimi size aktarabiliyorum, bununla birlikte biliyorum ki tam şu an binlerce, milyonlarca ışık yılı ötede enerjisi tükenen yıldızlar süpernova patlamasıyla dünya gibi yeni gezegenlerin oluşmasının önünü açıyor, aynı anda bir sinekkuşu saniyede seksen kez kanat çırpıyor, aynı anda bağırsaklarınızdaki milyonlarca bakteri sayısız yeni nesil üretiyor ve ben o an tüm bunların içinde olduğumu, beni özel yapan hiçbir şeyin olmadığını sükûnetle biliyorum. Böylesi bir benlik kavramını «evrimiçi benlik» olarak adlandırarak yazımı bir gülümsemeyle bitirmek istiyorum.



*John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, Çev. Cemal Atila, 5. Baskı, 2013.

[1] Veysel Atayman, Devlet’e Giriş: Thales’ten Platon’a Yunan Felsefesi, Don Kişot Yayınları, 2005.

[2] BertrandRussell, Bilimden Beklediğimiz, Varlık Yayınları, 1962.

[3] EmilyDickinson, Seçme Şiirler, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2006.

Güzellik bakanın gözünde mi, bakışın evriminde mi?


Güzelin doğasına, özüne, ideolojisine, biçimine dair bir şey duymayan, bir fikri olmayan kimse yoktur. Çocukların ilk öğrendiği kelimelerden biridir güzel ve gördükleri nesnelerle ilgili en sık kullandıkları sıfatlar arasındadır. Ebeveynin, toplumun, kültürün, kısacası bütün bir sosyal ağın içerisinde gören bizler, güzelliğin bakanın gözünde olduğuna inanmak isteriz genellikle. Bakanın gözü, elbette görme'nin ideolojik ve tarihsel inşasından azade değildir. Neyin güzel bulunacağına karar veren kişinin öznel değerlendirmesi değildir yalnızca, içinde yaşadığı kültürün arka plandaki etkisi her daim devreye girmektedir. Fakat meselenin bir boyutu daha var: göz ve görme, biyolojik olgulardır nihayetinde; yani milyonlarca yıllık geçmişimizde sayısız değişime uğrayarak günümüze ulaşan işlevsel ve karmaşık bir sistemin parçalarıdır. Peki ya güzellik bu biyolojik sisteme ne kadar dahil, onun neresinde? Evet, güzellik bakanın gözünde, ama o göz biyolojik evrimin neresinde?



Psikoloji tarihinde güzellik ya da çekicilik algısıyla ilgili yapılan çalışmalara baktığımızda, insanlara genellikle çekici gelen özelliklerin tespitinin yanısıra, söz konusu özelliklerin neden çekici algılandığına dair fazla yorum getirilmediğini görürüz. Bilhassa romantik ilişkiler bağlamında belli fiziksel özelliklerin çoğunluğun gözünde neden güzel bulunduğu konusu üzerinde pek durulmamış, belki de durulmaya değer görülmemiştir. İnsanlar güzel diyorsa güzeldir işte! Öte yandan psikolojinin nispeten yeni sayılan bir dalında ise güzel'in doğası hakkında çok çarpıcı ve ilginç araştırmalar, dikkatleri günden güne daha çok üzerine çekiyor. Evrimsel psikoloji adındaki bu alan hem bilim çevrelerinde hem de popüler kültürde adını daha sık duyuruyor.

İnsan davranışlarının ve kültürünün temelinin, yeryüzündeki milyonlarca yıllık serüvenimiz boyunca karşılaştığımız sorunların çözümüne yönelik geliştirdiğimiz genetik ve biyolojik yapılarda yattığını savunan evrimsel psikologlar, eşleşme (mating) konusunda oldukça sağlam teoriler geliştirdiler. Çeşitli ülkelerde ve farklı kültürlerde yürüttükleri pek çok deneyde insanların karşı cinste çekici buldukları özelliklerin neler olduğunu inceleyerek, bunun evrimsel kökenlerini açıklamaya çalıştılar. Renkli gözler, dolgun dudaklar ya da ahenkle dans eden saçların çekiciliği konusunda tahminde bulunmak zor değil, fakat evrimsel psikologlar pek çoğumuzun aslında bilinçdışı olarak farkında olduğu ama bugüne kadar bilimsel olarak ilgilenmediği bir «güzellik kriteri» tespit ettiler: Bel-kalça oranı.



Bel çevresinin kalça çevresine bölünmesiyle elde edilen değeri ifade eden bel-kalça oranı, kadınlar için yüksek bir öneme sahip. Öyle ki bir kadının bel-kalça oranına bakarak onun hormon dengesine, doğurganlık düzeyine ve bazı hastalıklara yakalanma olasılığına dair bir değerlendirme yapmak mümkün. Ergenlikle birlikte kadınlardaki cinsiyet hormonlarının vücutta yarattığı değişimin izlediği sağlıklı yol, yağ dokusunun kalça bölgesinde toplanması, böylece bel çevresi ile kalça çevresi arasındaki farkın belirginleşmesi şeklinde ilerler. Kadınlarda genetik olarak belirlenmiş bu biçimlenmenin sonuçta nasıl bir hal alacağı ise tesadüflere bağlı değildir. Bir kadın olarak bel-kalça oranınızla ilgili atalarınızdan miras aldığınız genler ne kadar sağlıklıysa, ideal orana yaklaşma olasılığınız da o kadar yüksek olacaktır. Yapılan araştırmalar 0.67 ile 0.8 arasındaki bel-kalça oranlarının daha sağlıklı ve çekici olarak değerlendirildiğini ortaya koyuyor. Çin, Almanya, Endonezya, İngiltere, Gine gibi çok çeşitli ülkelerde yürütülen deneylerde erkeklerin en çekici bulduğu oran ise 0.7.

Gençlik döneminde ideal bel-kalça oranına sahip olan kadınlarda bu oran, yaşla birlikte yavaş yavaş yükselmeye başlar; zira vücuttaki hormon dengesi de yaş ilerledikçe değişim göstermektedir. Menopozdan sonra ise kadınlardaki ortalama bel-kalça oranıyla erkeklerdeki ortalama oran arasında dikkate değer bir farklılık kalmaz. Dolayısıyla bir kadının bel-kalça oranı, onun yaşıyla ve üremeye fizyolojik yatkınlığıyla ilgili güvenilir bir bilgi sağlar.

Düşük bel-kalça oranının neredeyse tüm erkekler tarafından çekici algılanmasının altında yatan unsurlardan biri de doğurganlıktır. Düşük bel-kalça oranına sahip kadınlar daha kolay hamile kalmaktadır, yani daha doğurgandırlar. Ayrıca bu kadınların kalp-damar hastalıklarına ve bazı kanser türlerine yakalanma riskinin daha düşük olduğu gözlenmiştir.

Tüm bu verilerin yanı sıra davranışsal ölçümlerden elde edilen veriler de düşük bel-kalça oranının kadınların üreme başarısını ne denli olumlu etkilediğini açıkça ortaya koyuyor. Düşük bel-kalça oranının partner bulmakta kadınların işini belli oranda kolaylaştırdığı, ideal oranlara sahip kadınların tüm eşleşme bağlamlarında (kısa veya uzun süreli, evlilik dışı, vb.) istedikleri partneri elde etmekte rakiplerinden daha önde olduğu biliniyor.

Bel-kalça oranı yaşa bağlı olarak değiştiği gibi menstrüel döngü esnasında da belli miktarda değişebiliyor. Doğurgan evreye (cinsel birleşme durumunda hamile kalma ihtimalinin en yüksek olduğu evreye) ulaşan kadınların bel-kalça oranları, geçici hormonal değişimler sayesinde ideale daha da yaklaşıyor. Doğurgan evredeki bir kadının erkekler tarafından, diğer evrelerde olduğundan daha çekici algılanmasını açıklayan faktörlerden biri de bu.

Bu noktada şunu da vurgulamak gerek ki, bel-kalça oranının kadın çekiciliğinde oynadığı rol kilodan bağımsızdır. Yani doksan kilo olan kadınlar arasında da, elli kilo olan kadınlar arasında da ideal bel-kalça oranı 0.7 ve buna yakın oranlar. Ancak kilo ne olursa olsun yüksek bir bel-kalça oranı erkekler tarafından çekici bulunmuyor.

Sonuçta hepimiz, düşük bel-kalça oranını çekici bulan ve buna sahip kadınları eş olarak tercih eden erkek atalarımızın torunları olarak, miras aldığımız genlerin yön verdiği güzellik algısını bugün de zihnimizde taşıyoruz. Tüm kültürlerde erkekler (zayıflık ya da şişmanlıktan bağımsız olarak) düşük bel-kalça oranını güzel buluyorlar, çünkü evrimsel bir öngörü becerisiyle böyle kadınların çocuklarının daha sağlıklı, hayatta kalma ve üreme konusunda daha başarılı olacağını biliyorlar. Tabii bir kadının bel-kalça oranını değerlendirmenin yolu oraya bakmaktan geçiyor. Günümüz erkeği, kendi genlerini gelecek nesillere başarıyla aktarabilmek için oraya bakmak ve gözleriyle ölçmek durumunda. Kimi zaman kadınlar açısından rahatsız edici olan bu bakış, onlara üreme konusunda başarıya ulaşan atalarından mirastır.

Yazının linki: http://kulturservisi.com/p/guzellik-bakanin-gozunde-mi-bakisin-evriminde-mi

Kaynaklar

Buunk, B. P. & Dijkstra, P. (2005). A narrow waist versus broad shoulders: Sex and age differences in the jealousy-evoking characteristics of a rival’s body build. Personality and Individual Differences, 39, 379-389.

Hughes, S. M. & Gallup, G. G. (2003). Sex differences in morphological predictors of sexual behavior: Shoulder to hip and waist to hip ratios. Evolution and Human Behavior, 24, 173-178.

Sugiyama, L. S. (2004). Is beauty in the context-sensitive adaptations of the beholder? Shiwiar use of waist-to-hip ratio in assessments of female mate value. Evolution and Human Behavior, 25, 51-62.

Singh, D., Dixson, B. J., Jessop, T. S., Morgan, B., & Dixson, A. F. (2010). Cross-cultural consensus for waist–hip ratio and women's attractiveness. Evolution and Human Behavior, 31, 176-181.

Evrimsel Psikolojiye Kısa Bir Bakış*,


*Online psikoloji dergisi ONTO'nun 6. sayısında yer alan yazım. Derginin tüm sayılarınaontodergisi.com adresinden ulaşabilirsiniz.


Tabiatın evrim fikriyle açıklanma çabası daha eski tarihlere gitse de, Darwin'den günümüze kadarki zaman dilimi insanlık tarihinde farklı bir resim çizer. Bu resmin içinde yalnızca biyolojide, jeolojide, antropolojide yaşanan gelişmeler yoktur; aynı zamanda edebiyat, felsefe, sosyoloji ve psikolojide de yaşanan önemli gelişmeler vardır. Darwin'in öne sürdüğü kuramın, canlı hayatın kökenlerini ve bugün gözlemlediğimiz olguları açıklarken benimsediği bakış açısı, başta teoloji olmak üzere çok sayıda sağlam ve köklü fikir şubesinin itiraz edeceği bir bakış açısı olmasına rağmen, modern bilimin tüm dallarında kabul görmüştür. Uzun yıllar içerisinde evrim kuramının yanlışları düzeltilmiş, eksikleri tamamlanmış, boşlukları doldurulmuştur; tüm bilimsel açıklamalar için geçerli olduğu üzere evrim kuramı için de bu birikim süreci hâlen devam etmektedir.


Psikolojinin oldukça renkli seyrinde 1990'lı yıllara geldiğimiz vakit, Darwin'in şu öngörüsünün ne denli haklı olduğu anlaşılmıştır: ‘Gelecekte, çok daha önemli araştırmalara açık alanlar görüyorum. Ruhbilim, Bay Herbert Spencer'in şimdiden attığı temelle, her zihinsel yetinin ve sığanın (capacity) ancak yavaş yavaş ve aşamalı olarak edinilebildiği temeline güvenle oturtulabilir. İnsanın kökeni ve tarihi daha da aydınlanacaktır (Darwin, 1859 çev.2011).’ Bu yıllardan itibaren psikoloji içerisinde giderek güçlenen yaklaşımlardan biri de, Darwin'in ifadesiyle zihinsel yeti ve kapasitelerin evrimsel mekanizmaların ürünü olduğunu kabul eden yaklaşımdır. Evrimsel psikoloji ya da evrim psikolojisi (evolutionary psychology) adıyla anılan bu yeni alan, insan davranışlarını açıklarken temelde doğal seçilim ve cinsel seçilim kavramlarını rehber edinmekte, canlı organizmaları oluşturan her yapı gibi davranış üretme aygıtlarının da evrimsel analizin konusu olması gerektiğini savunmaktadır. Davranışın nihai sebeplerini, yani organizmanın hayatta kalma ve üreme başarısına katkısının derecesini araştırması bakımından psikolojinin diğer alt disiplinlerinden ayrılan evrimsel psikoloji; işbirliği, sosyal dışlama, kıskançlık, saldırganlık, diğerkamlık, kişiler arası çekim gibi hanidir bilinen psikolojik olgulara yeni ve farklı bir bakış getirmektedir. Birey davranışlarının yanında, kültür gibi daha geniş ve karmaşık olguları da evrimsel geçmişin ışığında incelemektedir.

Günümüz bilim dünyasında evrimsel psikoloji kendine müstakil bir yer edinmiştir. Alanın kendine ait bilimsel dergileri (Evolution and Human Behavior, Evolutionary Psychology, vs.) bulunmakta, her yıl evrimsel psikologlar tarafından yazılan pek çok kitap ve makale yayınlanmakta, çeşitli ülkelerdeki enstitülerde evrimsel psikoloji lisansüstü programları yürütülmektedir. Bununla beraber, gelişim aşamasındaki tüm psikoloji yaklaşımları gibi evrimsel psikoloji de mevcut cephelerden bolca eleştiri almış ve almaya devam etmektedir. Bazı araştırmacılar evrimsel psikolojiyi fazla indirgemeci bulmakta, insan davranışının izahında böylesi ‘nostaljik’ bir perspektifi eksik görmektedirler. Bazıları ise, modern yaşam koşulları ve sayısız kültürel doku içinde doğup büyüyen insanın, atalarının psikolojisinden temel farklılıklarla ayrıldığını savunmaktadır. Meseleye daha politik bir pencereden yaklaşan başka bir kesimse, evrimsel psikoloji bulgularının özellikle toplumlardaki cinsiyet temelli eşitsizliğin kaynağı olan farklılıkları meşrulaştırmaya katkı sunduğu eleştirisini dillendirmektedir. Tüm bu eleştirilere rağmen evrimsel psikoloji bu yüzyılın başından itibaren hızla artan bir ilgiyle karşılaşmış, psikolojik olguların en derindeki nedenlerini, yani evrimsel nedenlerini bilmenin önemi konusunda kayda değer sayıdaki bilim insanını ikna edebilmiştir. Öte yandan alanın zayıf noktalarından biri, araştırma yöntem ve araçlarının bazen olguların gerçek doğalarını ortaya çıkarma gücü konusunda insanı şüpheye düşürmesidir. Araştırmalarda çoğunlukla deneysel yöntem kullanılmakta ve katılımcı kitlesi geniş oranda üniversite öğrencilerinden oluşmaktadır. Bu durum bulgularla ilgili olarak geçerlik ve temsiliyet sorunlarını akla getirmektedir. Sözünü ettiğimiz sorunlar, her ne kadar ana akım psikolojinin temel metodolojik sorunları olsa da, insanın on binlerce yıl geriye giden davranışsal eğilimlerini ortaya çıkarma iddiası içindeki evrimsel psikolojide, bir adım daha ön planda yer almaktadır. İnsan davranışının kökenlerine dair fosillerden yoksun olan evrimsel psikologlar, hangi yöntemi kullanırlarsa kullansınlar bu bakımdan eleştirilmekten belki de hiçbir zaman kurtulamayacaklar.

Tabiatı evrimin mantığıyla ele alma fikrinin, insan tabiatını dert edinmiş psikolojiyi etkilemesi kaçınılmazdı. Bu etkinin yansımalarını Freud dahil pek çok teorisyende görmek mümkündür. Bir asırlık bilimsel birikimi arkasına alarak yola çıkan evrimsel psikoloji, bilim tarihi ölçeğinde körpe sayılmasına rağmen sesini güçlü bir şekilde duyurmayı başarmış ve itibar kazanmıştır. Darwin gibi bir öngörüde bulunma deha ve cesaretinden yoksun olsak da, evrimsel psikolojinin yolunun kısa vadede açık olduğunu söylemekle haksız sayılmayız.

Kaynaklar ve Okuma Önerileri:

Darwin, C. (2011). Türlerin Kökeni. (Çev. Ö. Ünalan). İstanbul: Evrensel Basım Yayın. (Orijinal çalışma basım tarihi: 1859).

Diamond, J. (1998). Seks Neden Keyiflidir: İnsanın Cinsel Evrimi. (Çev. S. Gül). İstanbul: Varlık/Bilim.

Miller, G. (2010). Sevişen Beyin: Eş Bulma Süreci İnsan Doğasını Nasıl Belirledi? (Çev. M. A. Karaömerlioğlu). İstanbul: NTV Yayınları.

McKinnon, S. (2010). Neo-Liberal Genetik: Evrim Psikolojisinin Mitleri ve Meselleri. (Çev. M. Doğan). İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Genlerimiz Kaderimiz Mi? Evrimsel Psikoloji Hakkında Yanlış Bilinenler


«Bir kuram hakkında yargıya varmak için hem bize sağladığı bilgilerin miktarına, hem de bizden talep ettiği cahilliğin miktarına bakmak gerekir.»*
Hipotezlerden kuram gibi bahsedildiği, kesinliği şüpheli araştırma bulgularının internette ve gazete köşelerinde genel kabul görmüş doğrular gibi ifade bulduğu son yıllarda, yukarıda alıntılanan cümlenin değeri daha da artmış durumda. Bilimsel görüşlerin bizden talep ettiği cahilliğin miktarıyla paralel şekilde artan bir «gönüllü cahillik», modern zihinlerimizin konforu için epeyce gerekli bir hal aldı. Öyle ki, yalnızca bilimsel kuramlar bizden cahillik talep etmiyor, bizler de kuramlardan cahillik talep ediyoruz; daha basit, daha sade, daha anlaşılır, daha kolay hazmedilebilir ve en önemlisi daha «kesin» olmalarını istiyoruz. Mesela ‘…nın geni bulundu’ gibilerinden haberlere dikkat kesiliyoruz, zira insana ait her hastalığın geni bulunsun ve sorun bir neşterde, elbette genetik yoldan, halloluversin istiyoruz. Bilimsel kuramları, hipotezleri bu şekilde ele alma alışkanlığımızı tüketim kültürüyle, kapitalizmle, vs. ilişkilendirmek pekala mümkün, fakat bu yazının konusu başka. Antropolog Susan McKinnon’ın yazdığı ve Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından basılan «Neo-Liberal Genetik: Evrim Psikolojisinin Mitleri ve Meselleri» adlı kitaba dair birkaç söz etmek asıl maksadım.
Soru şu: Müstakil bir alan olarak evrimsel psikoloji (‘evolutionary psychology’ terimi kitapta bana kalırsa hatalı olarak ‘evrim psikolojisi’ biçiminde çevrilmiş, Türkiye’de evrimsel psikoloji adıyla yer etmiştir bu alan), toplum ve bilim arasındaki az önce bahsettiğim talepleri karşılaması bakımından biçilmiş kaftan mı?Yani yazar Susan McKinnon’ın kitapta kullandığı nitelemelere başvuracak olursak evrimsel psikoloji niteliksiz, uydurma, indirgemeci, hatalı ve bizden alabildiğine cahillik talep eden bir alan mı? Kitap boyunca bu sorunun neden evet şeklinde yanıtlanması gerektiği, antropolojik veriler ve kültür kuramları temel alınarak kanıtlanmaya çalışılıyor, evrimsel psikoloji deyimi yerindeyse yerden yere vuruluyor. Evrimsel psikolojiye yöneltilen eleştiri bolluğu arasında bu kitabın gayet etkili hamleler yaparak sağlam eleştiriler arasında yer aldığını ifade ederek sözü savunmaya bırakalım.
Herhangi bir bilimsel paradigmayı ya da kuramı, belirli bir bulgusu ya da iddiasını hedef seçmeksizin getirdiği tüm açıklamalarla baştan aşağı reddetmek ve uydurma saymak için mevcut literatürü çok iyi incelemek ve sağlamlarla çürükleri ayırt edebilecek bir birikime sahip olmak gerektiği kanısındayım. Bir örnek vermek gerekirse, eğer psikanalizi tamamen reddetmeye (elbette bilimsel reddiyeden bahsediyorum) niyetliyseniz, bunu yalnızca Freud’u okuyarak yapamazsınız, aynı zamanda Jung’u, Adler’i, Lacan’ı ve diğerlerini de bilmeniz gerekir. Susan McKinnon’ın çıkış noktasındaki hatalardan biri bu; evrimsel psikolojinin tamamen hatalı ve yanlı bir bilim dalı olduğunu anlatmak için bol bol alıntılar yaptığı ve bu alanın temsilcileri saydığı üç kişi (Steven Pinker, David Buss ve Robert Wright —ki son kişi bir bilimci değil gazeteci—) dışında neredeyse hiçbir evrimsel psikologun görüşlerine ya da bulgularına değinmemiş.Özellikle David Buss gerçekleştirdiği öncü çalışmalarla alanda önemli bir isim olsa da, sonrasında değerli bulgular ortaya koyan pek çok araştırmacı kendini göstermiştir. Ayrıca Susan McKinnon, evrimsel psikolojinin ana yöntemi olan deneyler vasıtasıyla elde edilen güçlü verilerden çok az bahsetmeyi tercih etmiş (yalnızca Buss’ın 37 farklı kültürde gerçekleştirdiği ünlü çalışmasını ayrıntılarına girerek eleştirmiş) ve yukarıda saydığım üç kişinin bir bakıma «şahsi görüş» sayılabilecek yazıları üzerinden bir evrimsel psikoloji algısı geliştirmiş. Kitabı okurken gözlerimin devamlı aradığı şey, diğer evrimsel psikologların isimleri ve deneysel araştırmalara atıflardı, fakat son sayfaya kadar bu eksiklik sürdü. Hal böyleyken yazarın, eleştirdiği alanın literatürünü yeterince bilmediği kanısına kapılmadan edemedim. Evrimsel psikolojinin metodolojisine dair bir yerde geçen «lisans öğrencileriyle gerçekleştirilmiş anketler» ifadesi de bu kanıyı güçlendirdi, ki bu ifade kısmen haklı bir eleştiri olarak görülebilir. Yanlış kısmı, evrimsel psikoloji anketlerden çok deneylerle çalışır; doğru kısmı, deneylerin büyük çoğunluğu lisans öğrencileriyle yapılır. Bununla birlikte yalnızca Susan McKinnon değil, psikoloji araştırmaları yapan hemen hemen tüm bilimciler, sadece üniversite öğrencilerinin katılımcı olduğu çalışmaların eksikliğinin farkındadır ve bunu dile getirmekten kaçınmazlar. Dolayısıyla bu eleştiri, evrimsel psikolojinin ötesinde tüm psikolojiye sıklıkla ve haklı olarak yöneltilmektedir.
Evrimsel psikolojinin temel mantığını alan dışından kişilere açıklamaya çalışırken sık rastlanılan yanlış anlamaların başında, tüm davranışlarımızın atalarımızdan miras aldığımız genlerimiz tarafından yönlendirildiği fikri geliyor (en azından benim gözlemlerim böyle). Susan McKinnon da bu yanlış anlamaya kurban gitmiş gibi bir görüntü sergilemekte ve okurların zihninde yer etmesi kuvvetle muhtemel bu hatalı kanıyı epeyce güçlendirmeye gayret etmekte: «Pleistosen devrinin toplumsal sahnesinde tütünün, alkolün, televizyonun, hatta belki de evlenmenin, boşanmanın olmamasına karşın bütün bu özelliklerin genetik olduğu söylenir. (sf. 31)» Gerçekten böyle olsaydı, Susan McKinnon’ın evrimsel psikoloji karşıtı olmasını ve benim evrimsel psikolog olmamı da genlerimize bağlar, hem bu yazının hem de bu kitabın yazılmasının anlamsız olduğunu söyleyerek tartışmayı bitirirdik, fakat durum bu denli basit değil. Günümüzden bir milyon yıl önce tütün, alkol ve televizyonun olmadığını ve dolayısıyla bizi bunlara yönlendiren genlerin evrilmediğini herkes gibi evrimsel psikologlar da pek tabii biliyor. Bunun yanında insan beyninde tütün, alkol ve hatta akıllı telefon gibi bazı maddelere bağımlılık geliştirmeye olanak tanıyan fizyolojik ve nörolojik yapıların evrildiğini ve bağımlılığa yatkınlık düzeyinin kültür, sosyalizasyon ve genler tarafından belirlendiğini de biliyoruz. Yani hiçbir gen bize sigara iç demiyor, ancak yakın arkadaşlarımızın sigara içmesi, sigara bağımlısı ebeveynler tarafından büyütülmek, toplumun sigaraya dair bizi etkileyen algısı, bağımlılığa ilişkin genetik yatkınlığımız ve buraya yazmakla bitmeyecek sayısız etken bir araya gelerek bizim sigara içme kararımızda rol oynuyor (bu etkenler arasında bilinçli tercihi kasıtlı olarak saymadım, çünkü diğer tüm etkenlere ‘rağmen’ bilinçli bir tercihin var olup olmadığı konusunda emin değilim).
evolutionary-psych-D945-3EAD-BFA3Kısacası, iki ucu arasındaki mesafe son derece geniş bir varyasyon söz konusu ve bu varyasyon evrimsel psikolojinin tanımladığı tüm davranışlar, mekanizmalar ve yatkınlıklar için de geçerli. Gelin görün ki evrimleşmiş psikolojik yapılar tıpkı zeka, boy, göz rengi, meme kanserine yatkınlık gibi büyük oranda genlere bağlanan ve kişilerarası çeşitliliği herkesin malumu olan yapılar gibi ele alınmak yerine bir çırpıda genetik determinizme indirgeniyor. Bir kişinin boyunun annesinin, babasının, büyükannesinin, büyükbabasının, büyük büyük annesinin, büyük büyük babasının (ve böyle gider) boyundan genetik açıdan etkileneceğinden, fakat tıpatıp aynı olmayıp belli oranda farklılaşacağından (mesela aile soyundaki ilk 1.90 metre boyundaki kişi olabileceğinden), çocuklarının boyunun da kendi boyuna yakın olacağından kimse şüphe duymaz. Öte yandan romantik ilişkilerdeki kıskançlık ya da karşı cinste hangi özellikleri çekici bulduğumuz gibi konularda genetik ve evrimsel bir eğilimden bahsettiğimizde «ne yani, kime aşık olacağımı genlerim mi belirliyor?» türünden bir tepkiyle karşılaşırsak şaşırmayız. Oysa burada da geniş bir varyasyon olduğunu, fakat belli özelliklere sahip kişilere aşık olmamızın tesadüf olmadığını, bu özelliklerin popülaritesinin arkasında evrimsel ve genetik sebepler bulunduğunu kabul etmeliyiz. Sarışınlardan mı esmerlerden mi, renkli gözlülerden mi siyah gözlülerden mi hoşlandığınız size kalmıştır; ama asimetrik yüzlerin, lekeli veya sarkmış ciltlerin, sararmış dişlerin, vb. kimseye çekici gelmemesinde doğal seçilimin süzgecinden geçmiş ve evrensel bir psikolojik eğilimin payı vardır.
Susan McKinnon bu iddiayı çürütmek adına, indirgemecilikle itham ettiği evrimsel psikolojiyi alabildiğine indirgiyor ve davranışlarımızın evrimsel kökenleri olduğunu söylediğimizde sanki bunların hiçbir koşulda değişemeyeceğini, bir formül gibi her kültürde ve devirde aynı sonuca varacağını kastetmişiz gibi eleştirilerini sıralıyor. Sözgelimi erkek kıskançlığının sebep olduğu şiddeti evrimsel psikologların doğallaştırdığını ve değişmez kabul ettiklerini, dolayısıyla meşrulaştırdıklarını öne sürüyor. Halbuki kendisinin de belirttiği gibi kıskançlık bazen cinayete yol açarken, bazen ufak bir öfke bile doğurmaz. Bu durum kıskançlığın evrimsel kökenleri olmadığının kanıtı değildir, olsa olsa yukarıda bahsettiğim iki ucu arasındaki mesafe son derece geniş bir varyasyonun kanıtıdır. Varyasyonun bir ucunda cinayet, diğer ucunda umursamazlık olabilir, lakin bildiğimiz gibi uçları temsil eden örnek sayısı daima çok azdır ve bu yüzden genellemeler yaparken ölçüt aldığımız kesim varyasyonun ortasına yığılmış olan kalabalıktır. Elli yaşındaki kadınlardan hoşlanan genç erkekler de elbette vardır, fakat erkeklerin eş tercihleri hakkında konuşurken bu azınlığı dikkate almayız (bu gibi istisnai eğilimleri temsil eden azınlıklar da pekala araştırma konusu olabilir). Beri yandan yazara hak verdiğim hususlardan birisi, davranışların sebeplerini araştırırken evrimsel psikologların kimi zaman seçilim baskılarının ve atasal çevrenin rolünü abartmaları; kültürün, öğrenmenin, yaratıcılığın olası paylarının ise üzerinde yeterince durmamaları. İnsan davranışlarının kökenini anlamak için ihtiyaç duyduğumuz geniş perspektifin içinde arkeoloji, tarih, antropoloji, coğrafya gibi disiplinlerin de yer alması gerektiği tartışma götürmez, fakat evrimsel psikoloji perspektifini henüz bu ölçüde genişletebilmiş değil.
Alışıldık bir ifadeye başvuracak olursak, yöneltilen eleştirilerin bolluğu bir kuramın ne kadar ciddiye alındığının ve nüfuzu olduğunun göstergelerinden sayılabilir. Evrimsel psikoloji bir yandan celbettiği bu ilginin gururunu yaşarken, diğer yandan kendini alan dışındaki kişilere daha iyi anlatmak ve önemli eksikliklerini gidermek zorunda. Özellikle Susan McKinnon’ın kitapta yer yer aktardığı son derece ilginç kültürler hakkında daha çok şey öğrenmeye çabalamalı, ki kitap sırf bu kültürlerin şaşırtıcı yapısından haberdar olmak için bile okunmaya değer.
*Sahlins, M.D. (1976). The Use and Abuse of Biology. Ann Arbor: University of Michigan Press.
Çağlar Solak – edebiyathaber.net (24 Ağustos 2015)

1 Nisan 2016 Cuma

 

Homoseksüellik sosyal yakınlaşmayı teşvik etmek için evrilmiş olabilir!

Yeni bir araştırma, homoseksüelliğin (eşcinselliğin) insanlarda sosyal bağlanmayı ve yakınlaşmayı teşvik etmek üzere evrimsel olarak seçildiğini öne sürüyor. Bu ön çalışmanın sonuçları, diğer insanlara bağlanma ihtiyacımızın, bizi homoseksüel davranışlara daha açık yaptığına dair ilk kanıtları sunuyor.

Portsmouth Üniversitesi’nden Dr. Diana Fleischman ve arkadaşları, homoseksüel davranışın, insan türünün evrim süreci boyunca sosyal koalisyonlardaki ilişkileri güçlendiren bir rol oynamış olma ihtimalini test etmek üzere, progesteron hormonu ve cinsel davranışlara yönelik tutumlar arasındaki ilişkiyi incelediler.

Archives of Sexual Behaviordergisinde yayınlanan araştırmada, yüksek düzeyde progesterona sahip olan heteroseksüel kadınların, diğer kadınlara karşı cinsel davranışlarda bulunma fikrine daha açık oldukları tespit edildi. Benzer şekilde heteroseksüel erkeklerin, arkadaşlara sahip olmanın ve ittifaklar kurmanın önemi örtük bir şekilde çağrıştırıldığında, erkeklerle cinsel davranışlar içerisine girme fikrine yönelik daha olumlu tutumlar benimsedikleri görüldü. Bu durum özellikle yüksek düzeyde progesterona sahip erkeklerde çarpıcı bir düzeyde artış gösteriyordu.

Progesteron, sosyal bağlar kurmaya dönük teşvik edici etkisiyle bilinen bir hormon ve sosyal bağlar kurmak, biz insanlar için birçok adaptif faydaya sahip. Bu hormon kadınlarda yumurtalıkta ve erkeklerde böbreküstü bezlerinde yoğun olarak salgılanıyor. Şefkat ve arkadaşça davranıştan sorumlu olan ana hormonlardan biri, ayrıca yakın ve samimi ilişkiler kurduğumuzda vücuttaki oranı artış gösteriyor. Kadınların yumurtlama dönemlerinde ise hamile kalma ihtimalleri önemli ölçüde düştüğünde progesteron düzeyi uç seviyelere çıkıyor.

Dr. Fleischman: “Evrimsel bir bakış açısıyla baktığımızda cinselliğin üremenin sonunu getireceğini düşünebiliyoruz. Fakat aslında cinsel (sexual) davranışlar, yakınlaştırıcı ve keyif verici etkisinden dolayı insan dışındaki primatlar da dahil olmak üzere birçok türde sosyal bağlar kurmak ve bu bağları sürdürmek için kullanılıyor. Bu durumu, üremenin mümkün olmadığı durumlarda bile cinsel ilişkiyle birbirlerine bağlanan uzun süreli ilişki yaşayan çiftlerde görebiliyoruz.

“Çalışmamızın sonuçlarının bu denli ilgi çekici olmasının bir diğer sebebi, kullanılan iki farklı yöntemin de aynı sonuca varıyor olması. Kadınlar progesteron seviyeleri daha yüksek olduğunda homoseksüel ilişkiyi düşünmeye daha eğilimliydiler. Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında homoerotik (hemcinslerle cinsel ilişki yaşamaya dair) düşünme motivasyonu, örtük olarak ‘cinsel ilişki isteği’ çağrıştırılan erkeklerde bir farklılık göstermezken, ‘arkadaşlık ve sosyal bağlanma duyguları’ çağrıştırılan erkeklerde ölçülebilir düzeyde farklılık gösterdi.”

Homoerotik düşünceler, bu düşüncelerin homoseksüel davranışlarla sonuçlanacağı anlamına gelmiyor. Hormonların kadın psikolojisi üzerindeki etkileri konusunda bir uzman olan Dr. Fleischman, yakın sosyal bağlar kurma ile ilişkilendirilen progesteron hormonunun, aynı cinsiyetten olan başkalarıyla da cinsel ilişkiler kurma motivasyonunun altında yatan sebep olabileceğini düşünüyor.

Öncelikle homoerotik düşünme motivasyonu seviyelerini ölçmek için 244 kişinin katıldığı bir internet anketi oluşturuldu. Bu anketteki sorulardan bazıları; “Aynı cinsiyetten birini öpme fikri beni cinsel olarak uyarır”, “Aynı cinsiyetten birisi benimle flört etse bu durumdan iğrenirim” şeklinde. Araştırmacılar daha sonra 92 kadının salyasındaki progesteron seviyesini ölçtüler ve progesteron oranı arttıkça, kadınların homoseksüel eylemlerde bulunma fikrine daha açık olduklarını buldular.

Sonraki çalışmada ise araştırmacılar, 59 erkeğin önce salyalarındaki progesteron oranını ölçtüler ve daha sonra bu erkekleri, kelime tamamlama bulmacaları çözmeleri için rastgele 3 gruba ayırdılar. İlk grup arkadaşlıkla ilgili kelimeler, ikinci grup cinsellikle ilgili kelimeler ve üçüncü grup nötr (arkadaşlık veya cinsellik çağrıştırmayan) kelimeler kullanarak bu bulmacaları çözdü. Arkadaşlık çağrışımı grubunda olan erkekler, cinsellik çağrışımı veya nötr çağrışım grubundakilerle karşılaştırıldığında, homoerotik davranışlar düşünmeye %26 daha fazla eğilimliydiler. Buna ek olarak, arkadaşlık çağrışımı grubundaki erkeklerden en yüksek progesterona sahip olanlar, diğer gruplardaki yüksek progesteron sahibi erkeklere oranla % 41 oranında daha yüksek homoerotik motivasyona sahipti.

Dr. Fleischman: “İnsanlar, cinselliği üreme dışındaki amaçlar için kullanan hayvanlar arasında yer alıyor. Cinsellik; zevk almak, ödül, başatlık göstermek ve bazen de ‘lütfen bana iyi davran’ demek için kullanılabiliyor. Bu karmaşık bir davranış, fakat cinselliğin yakınlaşmaya, yakınlaşmanın değişkenliğe ve son olarak değişkenliğin de aynı ve karşı cinsiyetten kişilere karşı cinsel ilişkilerin sıradanlaşmasına doğru yönelen bir süreklilik oluşturduğu aşikar. İnsanlarda, tamamen olmasa da, hemcinslere yönelik cinsel davranışın büyük bir kısmı kendilerini homoseksüel olarak adlandırmayan bireylerde görülüyor.”


Araştırmacılar bir sonraki çalışmalarında, erkeklerde ve kadınlarda homoerotik düşünme motivasyonunu arttırabilecek diğer bağlamları ve hormonları keşfetmeyi ve biseksüel kişilerin farklı sosyal işaretlere karşı nasıl tepki verdiklerini gözlemlemeyi planlıyor.

Çeviren: M. Umut Canoluk (m.u.canoluk@gmail.com)
Kaynak: http://www.psypost.org/2014/11/study-suggests-homosexuality-evolved-promote-social-bonding-humans-29755